Yüce Ormanın Kalbinde Birkaç Gün / Annemin Gazete Yazısı
Merhaba,
Bugün sizlerle annemin İğneada / Longoz hakkındaki yazısını paylaşacağım. Benim paylaştığım yazının orijinal hali, isterseniz kısaltılmış halini Hürriyet Gazetesi'nin seyahat ekinde bulabilirsiniz.
YÜCE ORMANIN KALBİNDE BİRKAÇ GÜN
ESRA ABALI
“Ağaçların
acıyı hissedebildiğini, hafızaları olduğunu ve ebeveyn ağaçların çocuklarıyla
birlikte yaşadığını öğrendiğinizde, sıradan bir işmiş gibi devasa makinelerle onları kesip hayatlarını altüst edemiyorsunuz,”
diyor Peter Wohlleben. Mesleğine tutkuyla bağlı bir ormancı olan yazar, ‘Ağaçların
Gizli Yaşamı’ isimli kitabında, yıllara dayanan gözlemlerinden yola çıkarak,
ağaçların tipik insan davranışı sergilediğini vurguluyor.
Benim
de ağaçlarla ve ormanla ilişkim, gölgesine sığınılan bir ağacın altında piknik
yapmaktan biraz daha derin. Ormana önce kaybolmaya, sonra da kendimi bulmaya
giderim. Kent gürültüsünden uzak sessizliğine dikkat kesilir, bana
anlattıklarını dinlerim. İnsan müdahalesinden uzak, mükkemmel işleyen
ekosistemi gözlemler, öğrendiklerimi yaşamıma geçirmeye çalışırım. Tüm bunları
yaparken değil mangal yakmak, abur cubur bile atıştırmak istemem. Çünkü tüm
dikkatimi ağaçların bilgeliğine, börtü böceğin arasındaki barış ve huzura,
kısacası ormanın tatlı ahengine veririm. Bence toplum olarak ormanla
barışmamız, orayı mangal mekanı olarak görmememizle başlayacak. ,
İĞNEADA LONGOZ’U
Ormanlarımızla
ilgili yaşadığımız acı sürecin ilk günlerinde ben de bir başka ormanın
kalbinde, kamptaydım. Her yaz güneyin yeşiline, mavisine bulanırken, bu yaz bir
ses bana kuzeyden, İğneada Longozu’ndan seslendi. Bu seslenişe kayıtsız
kalamadım. Okudum, araştırdım ve derken hiç görmediğim bu coğrafyanın heyecanı
yolun uzunluğuna galip geldi. Hafta ortası sabah erkenden, arkadaşlarımızla iki
arabalık minik bir konvoy halinde yola çıktık.
Edirne’de
keçi peyniri yapan çiftlik ziyareti, Çanakkale’de yemek molası, ardından çöken
yemek rahaveti, feribot sırası ve araç kalabalığı derken yedi buçuk saatlik
yolu, tam on altı saatte aldık. İğneada’ya ulaştığımızda ayakta duracak halimiz
yoktu. Fakat yüzümüzü yalayan buz gibi hava ve yoğun oksijenle kendimize
gelmemiz uzun sürmedi.
DOĞA SEVER AİLELER İÇİN EŞSİZ DENEYİM
Kalacağımız
glamping tesisinin elektrikli minik araçları park yerinde bizi karşıladı.
Valizlerimizle birlikte araca yerleşip gecenin karanlığında ormanın derinlerine
doğru ilerlemeye başladık. Şoförümüz, çok kibar ve gecenin o saatinde bile
işini hevesle yapmaya hazırdı. “Tesisin çevresini görmek isterseniz yolu
uzatabilirim” deyince on iki yaşındaki kızımız teklife atılmakta gecikmedi
“Eveeet, çok isteriz!” Bize diyecek bir şey kalmamıştı. Güneyin akşamlarına
ayarlanmış yazlık giysilerimizle titreye titreye yolumuza devam ettik.
Etraf
çok sessiz ve huzurlu görünüyordu. Karanlıkta macera parkının, üçgen çadırımsı
yapıların, sessizliğe gömülmüş restoranın silüetlerini tatlı bir ışık huzmesi
altında görerek geçtik. Kızım iyi bir doğa sever olarak, tesise notunu ilk
dakikalarda verdi: “Lütfen buraya sık sık gelelim.” Çocuk iyimserliği ile yolun
uzunluğunu çoktan unutmuştu.
Ertesi
sabah kahvaltımızın ardından, macera parkının sanki kaçma ihtimali varmış gibi
koşar adımlarla oraya gittik. Birkaç saatimizi burada ter döküp, bazen
çığlıklarla, bazen kahkahalarla geçirdik. Daha önce de deneyimleyip çok
sevdiğimiz bu aktivite, doğada spor yaparken eğlenmenin bence en güzel yolu.
Ağaçlara asılmış zorlu parkurları geçmeye çalışırken, belinizden güvenli bir
şekilde tele bağlı olduğunuzu bilmek elbette içinizi rahatlatıyor. Fakat
düşmemeye çalışırken denge, koordinasyon ve kas çalışması kaçınılmaz.
Doğanın sesleri ile uykuya dalmak
İğneada’da
kaldığımız tesis, otel odasının konforunu dışarıdan çadırı andıran yapılara
sığdırmış. Bu tür konaklamaya ‘glamping’ deniliyor. Çocukluk ve ilk gençlik
yıllarımda hem çadır hem de karavan tatillerini uzun yıllar deneyimlemiş bir
kamp sever olarak, kaldığımız yapıların çadırla pek alakası olmadığını söylemeliyim.
Çadırın iptidai koşullarında doğanın tüm sesleri ile uyuyup, güneşin ilk
ışıklarını hissettirmesiyle kendiliğinden uyanarak güne başlamak ve fermuarlı
kapıyı aralayıp başınızı uzattığınızda deniz veya ormanla karşılaşmak eşsiz bir
duygudur. Elbette doğadan kopmuş ve onu yeniden tanımaya çalışan bir toplumda, glampingde
konaklamak da takdire şayan bir deneyim sayılmalıdır.
UZAK VE KARANLIK ORMAN, LONGOZ
Yunanca
kökenli bir kelime olan Longoz, uzak, yoğun ve karanlık ormanlar anlamına
geliyor. Kırklareli’nin Demirköy ilçesine bağlı İğneada Beldesi’nde bunulunan
Longoz, Bulgaristan sınırına da çok yakın. Yağış alan mevsimlerde Yıldız
(Istranca) Dağları’ndan Karadeniz sahillerine doğru akan derelerin taşıdığı
alüvyonların birikmesi nedeniyle su geriye doğru taşıyor ve ağaçların büyük
bölümü sular altında kalıyor. Bu nedenle Subasar Ormanı olarak da biliniyor.
Kendi
içinde birbirine bağlı birçok ekosisteme ve biyoçeşitliliğe sahip olan Longoz,
farklı kültürlerin birarada ahenkle yaşayabilmesiyle adeta insanlara örnek
oluyor. Bu ekosistem içinde birinin yaşadığı olumsuzluk diğeri için de
kaçınılmaz oluyor.
Bir
sabah gün doğmadan kalkıp Rehberimiz Uğur’un peşinde Longoz Ormanı Milli
Parkı’na gittik. Rutininde orman da bu saatte tıpkı bizim gibi uykuda
olmalıydı. Karanlığa yakın ve soğuk ‘cangılda’ çıt çıkmıyordu. Onu uyandırmamaya
çalışarak sessizce içerilere doğru süzüldük. Gökyüzü, dev ve sık ağaçlar
nedeniyle görünmüyordu. Kendini korkutmayı seven zihnim de bu esnada boş
durmuyordu. “Ya Uğur aniden kalp krizi geçirse ve bizi bir başımıza burada
bıraksa, ne yapardık? Ağacın yosun tutan kısmı kuzeyi gösterirdi ama sadece
kuzeyi bilmek burada ne işimize yarardı?” Zihnimi susturmak istercesine “Uğur
sen burada hiç kayboldun mu?” diye soruverdim.
Buranın
yerlisi de olsa elbette kaybolmuş. İlkokul yıllarında büyük baş hayvan sürüsünü
otlatırken ormanda yolunu kaybetmiş. Evin yolunu bulduğunda gece yarısıymış. O
günden beri hiç kaybolmayan Uğur, hem Longoz’u hem de Istranca’yı avucunun içi
gibi biliyormuş.
Bulanık
Dere’ye ulaşana kadar, kimi zaman dalların arasından bataklıkları ve lotus
çiçeklerini, kimi zaman ağaçkakanların delik deşik edip sanat eserine
dönüştürdüğü ağaç kütüklerini görerek, yaklaşık bir saat yürüdük. Dereye
ulaştığımızda ayakkabılarımızı elimize alıp suya indik. Bir kilometrelik derede
bazen iyice sığlaşan, bazen de dizlerimize kadar çıkan suyun içinde, yumuşacık
kumla temas ederek yol aldık. Dere ve deniz arasındaki kumula ulaşınca küçük
bir mola verdik. Biraz dinlenip bu kez tırmanarak dönüşe geçtik. İki buçuk saat
süren yürüyüşte kaplumbağa, su yılanı ve bol miktarda çöp gördük. Çantalarımızdaki
az sayıda poşeti çöple doldurup vicdanımızı azıcık rahatlattık. Yorulmuş
bedenlerimiz, boş mide ve rahatlamış vicdanlarımızla tesise dönüp kahvaltımızı
yaptık.
Ertesi
gün, güneş batmadan biraz önce kıyıya inip Karadeniz’in çılgın dalgalarına
selam verdikten sonra, Mert Gölü’nün kıyısında dondurma şemsiyesinin altında
bizi bekleyen Uğur’la buluştuk. Mert Gölü, buradaki ekosisteme çeşitlilik sunan
göllerin en büyüğü. Diğer irili ufaklı göller ise Erikli, Hamam, Pedina ve en
küçükleri olan Saka.
Kanolarımızı
suya itip turuncu gökyüzünün yansıdığı durgun suya kendimizi bıraktık. Doğa
dostu, sessiz kanolarımızla sazlıkların arasında ilerledik. Böyle anlarda
havaya yayılan huzuru, renkleri ve sessizliği içime çekmeye, cebime doldurmaya
çalışıyorum. Neyseki bu kez yanımızda muhteşem fotoğraflar çeken bir
arkadaşımız vardı. Sayesinde bu eşsiz dakikaları ölümsüz kıldık.
Karabatak,
su tavuğu, yaban ördeği ve adını bilmediğimiz pek çok su kuşunun yanından
süzülerek ilerledik. Küreklerimizin usulcacık kıpırtılarını hiç umursamadılar.
Anlaşılan bu trafiğe fazlasıyla alışkınlardı. Kimisi havalanıp ani uçuşlarla
kanatlarındaki suyu üzerimize bırakıverdi. Ormanın başladığı yere kadar kürek çektik.
Dallarını suya doğru uzatan ağaçların arasından iki büklüm geçmeye çalışmak
heyecan vericiydi. Önceki yıllarda kanolarla ormanın içlerine kadar
ilerlenebiliyormuş. Ancak kuşların üremesine engel olmamak için buna bir yasak
getirmişler.
Karanlık
basmak üzereyken kanolarımızdan indiğimizde, yorulmuş kollarımıza ragmen,
bembeyaz bir sayfaya dönüşmüş zihinlerimizle yenilenmiş gibiydik.
ORMANA VEDA
Çok
yaşamış insanların bilgeliğine sahip orman, bize birkaç gün dinginlik, huzur ve
sükunet vermişti. Oysa bizim ona verecek hiçbir şeyimiz yoktu. Önünde saygıyla
eğilip teşekkür ettik. Seni seviyoruz orman. Sen yoksan, biz de yokuz. Ama biz
yoksak sen sonsuza kadar varsın.
Yorumlar
Yorum Gönder